12 Ocak 2018 Cuma

NAGZ

bir kaç renk sonra öldük
ve solgun ve buyurgan bir cemre düştü boyunlarımıza
bir şeyler yazıp durdu yağmur bıyıklı adamlar
peki sonra neden silinirdi de hiç bakmazlardı ardlarına?
meğer vals edermiş mürekkepler uçtukları zaman
bense bunu ilk çirkinliğime yazdığım bir şiirde görmüştüm
dişlerim sararmıştı korkudan
nehirler sırtımdan aşmıştı
bir sır gibi ağırdı nefse
ki konuşsam nasıl açığa vuracağımı bilmediğim.  

her sabah yeniden dalaştığım bir memur gibidir yüzüm  
her gece alacalı bir işçi sakalı
kaçışmışlara ve kalıntılara açılan gözüm
zührevi bir tamamlamayı başlatıyor
bir avuç rüya
bir parça dumanla
dağınık,
ucuz,
gürültülü ve kendine çarpan
ne varsa yani artık
kendimden kendime hariç olan
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              
ölgün yanlarımın oynadığı bir skeç gibi
ince bir kefenle kapanıyor perde
tüylerim ürperse de toprağa doğru
rüzgarsız bir talanla kovalar kımıl sürüleri ellerimi 
bir demir gibi bükülür kağıtlara parmaklarım
kalır yazılar
buruk ve eksik

artık bütün kalanlar
bir tarihi yanlış okuma çabasınındır
okul merdivenlerinin boşluğuna düşen çocukluğum
engelleyememiştir pastoral söylemleriyle göğün renksizliğini
o temiz kağıtlarda gördüğüm kalabalığa yabancılaşmıştır korkularım
hizmet sektörü yorgunluğunu pazarlarken tanrısına
ufak günahlarının peşinde çürüyen dervişlerin
bıçaklanmıştır çöl düşleri esrarkeş virtüözlerce
yani bütün herkes kendi sanrılarının yalancı şahidiyken
dönüp de sorsam kaç mermimiz kaldı diye
kim diyecek bana omuzuma dokunup da:
en fazla bir kaç renk.

3 Ocak 2018 Çarşamba

YORGUN PERDE

o beklenilen yere benim
her nereyse yani kılıcına sarılıp
her nereyse yani bavulunu dağıtıp
ergen hırsları dolu göğsüm yaraşmaz
terlemez evrakların gerdiği avuçlarım
kir tutmuştur biteviye, bilinmez
bir koçaklama dökülmez dilimden
kalkmaz böğrümdeki kımıltı, göç eylemez
ve de beklemez söküşünü şafağın

ezgileri bir minyatürdür göğün göğsümde
parçalanmış etimi sıkıştırır dişliler
çiçeklerinden bıkmış bir bahar gibi soyunup
ellerinden ellerime hoyratça geçer
bozar inancımın taranmış saçlarını
adı birden karanlık olur gecenin
kendine çarpıp döner
dipsiz serzenişlerim

puşe kağıtlarla gelir çözdüğüm sırrın simsarları
elleri temizdir
güzelce törpülüdür tırnakları
ah o gözlükleri
ne güzel oturmuştur kafataslarına
serbestçe gererler göğüslerini güneşe doğru
hiç düşünmeden dönerler ardı sıra
bense hayatı böyle çektiğim zaman
ağlamaya yetmez boyu kirpiklerimin
alamam tozlarını
çamurlanır bütün seyrim

o beklenildik sokaklara
haklıya hakkını çar çur ettirirek
yorarak adaletin simetrisiyle kalbimi
geliyorum spiraller çizmeden
ama dümdüz değil
kalabalıklarda omuzlarım nasıl sallanıyorsa
ayaklarım nasıl sinirli
dizlerim nasıl mağdur oluyorsa
nasıl güceniyorsa ellerim
benzemezken hiçbir yerim hiçbir yerime
işte ben ve işte onlar olarak
çıkıyorum
bütün taslaklarımla

bütün pusunu kısmıştım geçmişimin
alıştığım yataklardan uyandım yeniden
o kötü rüyanın parçalarını
üleştirdim mevsimlere
bir tabiat noksanı gibiydim
kendinden radyasyonlu
yaşadıklarımı bir yerlerden hatırlıyormuş gibi yapmaktan

unutmuştum bütün yaşananları.